Temel DEMİRER
  01-09-2023 10:43:00

"ÖTEKİ TARİH"E KENAR NOTLARI[*]

TEMEL DEMİRER

 

"Bütün çağlardan daha kokuşmuşuzdur,

bütün imparatorluklardan daha çürümüşüzdür."[1]

 

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, "Buyurganlık Osmanlı'da yok,"[2] demiş!

Bu "ne müthiş bir tarih bilgisi!" demek yerine; Louis Althusser'in, "En iyi bildiğimiz şeyler hiç öğrenmediklerimizdir." "Balıklar, yüzdükleri suyu görmez"; Alain Badiou'nun, "Kuşku duyulmayan tek şey hiçtir, çünkü hiçbir gerçeklik iddiası yoktur"; Søren Kierkegaard'ın, "Bir insanın hiçbir uzlaşmaya varamayacak iki şeyi birleştirmesi her zaman komiktir,"[3] sözlerini hatırlatmakla yetinerek Theodor W. Adorno'dan aktaralım: "Bilginin iktidarla ilişkisi sadece uşaklıkla değil, hâkikatle de ilgilidir. Çoğu bilgi eğer güçler ilişkisiyle orantılı değilse, biçimsel açıdan ne kadar doğru olursa olsun, geçersizdir"...

Oysa, resmi söylencelerin çeşitli versiyonları yerine Osmanlı'nın öteki tarihine göz atmakta yarar var...

 

KARDEŞ KAT(İ)Lİ

 

Osmanlı İmparatorluğu tarihinin temel karakteristiğini en iyi, "Kevir çiqasî jî di avê de bimîne, dîsa nerm nabe/ Taş ne kadar suda kalsa da, yine de yumuşamaz," diyen Kürt Atasözü, ya da "Akıl azaldığı oranda kaygı da azalır,"[4] cümlesiyle Søren Kierkegaard veya "Yok etmek sadece zorbaların ve cahillerin işidir,"[5] diyen George Orwell anlatır...

Bunun en net verilerinden biri, "Ve her kimesneye evladımdan saltanat müyesser ola, karındaşların nizam-ı âlem içün katl etmek münasiptir. Ekser ulema dahi tecviz itmiştir. Anında amil olalar," diyen Fatih Kanunnamesi'dir...[6]

Malum: Milliyetçiler ile İslâmcılar; Osmanlı'nın kendi iç hesaplaşmasını inkâr ettiği gibi, Osmanlı'nın tarihiyle yüzleşip, hesaplaşmaktan itinayla uzak dururlar.

Örneğin Harem'i (ve yaşanan zevki âlemleri) "bir eğitim kurumu" olarak niteleyip Saray ve çevresinin eşitsiz, ayrıcalıklı konumunu Allah'ın bir lütfu sayarlar. Halkların yoksul aç ve sefil olmasını "es" geçerler.

Saray entrikalarına, saray katliamlarına, kardeşin kardeşe zulmüne sırt dönerler.

600 yıllık saltanat boyunca zorba bir rejim tarafından haraca bağlanıp aç bırakılanlara ilgisiz kalırlar.

Tüm kötülüklerine rağmen resmi ideolojinin göklere çıkardığı Osmanlı'nın adaletinden bahsetmeyi ise hâlâ sürdürürler.

Oysa Osmanlı İmparatorluğu'nda kardeşkanı dökmekle sınanan devlet geleneğinde, hemen her şey mubah sayılıyorken; saray entrikaları da zirve yapmıştır.

Örneğin Osmanlı'da 36 padişahtan13'ü Şeyhülislâm fetvası ile tahttan indirildi.

Orta Asya gelenekleri, Bizans devlet müesseseleri, şeriat hükümleri karmakarışık siyasal-kültürel zeminini oluştururken; aslolan daima "Ya devlet başa ya kuzgun leşe" ilkesi olageldi.

"Devletin bekası için" baba-oğul, ağabey-kardeş, yakınlar/ akrabaların birbirini öldürme hakkı yasallaştırılırken; daha başlarda, Osmanlı İmparatorluğu'nun kurucusu Osman Bey, amcası Dündar Bey'i öldürmüş ve cesedini ibreti âlem için sergilemişti.

I. Murat, babadan oğula geçen saltanat geleneğini bozup, padişah olması gereken ağabeyi Halil'i öldürüp tahta geçmişti. Tahta geçtikten sonra diğer kardeşi İbrahim'i de tahtı için öldürttü. Kardeşlerden sonra oğlu Savcı Bey'i de öldürüp cesedini şehrin merkezine astı.

Yıldırım Beyazıt tahta geçtikten sonra kardeşlerini boğazlattı. Yerine geçen oğlu Çelebi Mehmet de kardeşi İsa'yı boğdurttu.

II. Murat da tahta geçince, kardeşi Mustafa'yı öldürttü.

Fatih Sultan Mehmet, bir yaşına girmemiş kardeşi Ahmet'i biat töreni sırasında boğdurttu.

Fatih öldükten sonra iki oğlu hayatta kaldı: II. Beyazıt ve Cem... Taht kavgasını II. Beyazıt kazandı. Cem İtalya'ya kaçtı. Cem'in ülkedeki çocukları öldürüldü.

Osmanlı padişahları arasında Yavuz Sultan Selim "kelleci" olarak bilinir. Nedeni ise Sadrazamının kellesini kendi elleriyle kestikten sonra kanlı kelleyi yanında taşımasıdır. İbret-i âlem olsun diye. Kelleci Yavuz Sultan Selim, sadrazamıyla yetinmeyip kardeşlerini öldürttü, oğullarını boğdurttu. Yetmedi, 50 bini aşkın Kızılbaşı da katletti.

"Cihan Padişahı" diye anılan Kanuni Sultan Süleyman, oğullarını (Mustafa ve Beyazıt) boğdurtması yanında Osmanlı zulmüne başkaldıran Kalender Şah'ın önderliğinde gelişen Kızılbaş ayaklanmasını vahşice bastırdı.

"Şah" unvanlı Kalender Çelebi, vergi sistemindeki haksızlıklara başkaldırmış; Kanuni'nin Şeyhülislâmı Ebu Suud da, "Kızılbaş katli vaciptir... Canları, malları, namusları size helaldir," diye fetva vermişti.

"İster okla, ister mızrakla, ister bıçakla olsun Kızılbaşların kestiği murdardır, yenilmez," diyen Ebu Suud, "Kadınlarını ne yapalım?" diyenlere " "Belinize kuvvet," yanıtını verecekti.

III. Murat da tahta çıktığı zaman, "Nizam-ı Âlem için" 5 kardeşini boğdurttu.

III. Murat öldükten sonra oğlu III. Mehmet tahta çıkacak ve ilk işi de kardeşlerinin hepsini boğdurmak olacaktı. Ayasofya Camii avlusunda 54 mezar kazıldı: Bunlardan 20'si erkek, 23'ü kadındı.

Öldürülenlerin yaşı küçüktü, hatta altı aylık olanları bile vardı ve hepsinin ölüm tarihi 1595'di. Anasından süt emerken alınıp boğulan ve emdiği süt burnundan gelen beşikteki bebeğe dek boğdurmuştu...

Evliya Çelebi, "Bir şehzadenin daha emzirilirken annesinin kucağından sökülüp alındığını boğulduğunda emdiği sütün burnundan geldiğini" yazarken; naklettiğine göre "İstanbul halkının feryatlarını gökteki melekler duymuştu..."

Bununla da yetinilmemişti. III. Murat'ın gebe eşleri de öldürtmüş ve ergenlik çağındaki iki kardeşinden gebe kalmış yedi cariye de denize atılmıştı.

III. Mehmet sadece bununla yetinmedi, 16 yaşındaki oğlu şehzade Murat'ı da boğdurttu.!

III. Mehmet 1603'te 37 yaşında obezitenin getirdiği sorunlar yüzünden öldüğünde, tahta I. Ahmet oturdu. III. Mehmet'in cenazesi Ayasofya'ya götürüldü. Namazının kılınmasına yeni padişah gitmeyi, "Taht sahibi olmak için 39 kardeşini ve bir oğlunu öldüren adam babam da olsa katildir. Ben katil bir adamın cenazesini kılmam! Varın siz kılın!" diyerek reddetti.[7]

I. Ahmet, bu şahane protesto ile yetinmedi ve 243 yıldır süregelen geleneği, kardeş katli denen vahşeti ve insanlık ayıbını da kaldırdı.

Hani her şey devletin bekası içindi? 1603'te kaldırıldıktan sonra aynı devlet 320 sene daha varlığını sürdürdü; demek ki devletin sürmesi için kardeşlerin, evlatların katledilmesine gerek yoktu ve "Devletin Bekası", kuyruklu bir yalandı.

Gerçekten de padişahların, tahta çıkar çıkmaz etrafında ona rakip olacak ne kadar canlı varsa acımasızca yok etmesinin açıklanabilir bir yanı yoktu, olamazdı da!

Bu, olsa olsa, iktidar hırsı katliamıydı; o kadar!

 

RÜŞVET HUKUK(SUZLUK)U

 

"Hoşgörülü bir medeniyet" diye sunulan Osmanlı İmparatorluğu'nda Max Horkheimer'ın ifadesiyle "Çoğunluk her zaman ve istisnasız olarak azınlığın haklarını çiğnemiştir."

Her ne kadar "Tarihçi Fernand Braudel, Osmanlı'nın tarihte örnekleri çok olan bir göçebe kasırgası değil, kurumlaşmış, bürokrasisi ve arşivi mevcut hakiki bir devlet olduğunu belirtir. Buna göre de hukuk teşekkül etti, devlet kurumları oluştu,"[8] denilse de; Lucette Valensi farklı şeyler aktarıyor:

"Büyük hükümdar, bu büyüklükte bir imparatorluk yönetimini birkaç kişiye değil, bir tek kişiye bırakıyor: Vezir, iktidarı, erdemine, değerine değil, hükümdarın keyfine borçlu oluyor. Başka ülkelerde adalet ve aklın belli bir yeri vardır; burada tutkunun yön verdiği kişisel irade baş tacı ediliyor. Yargılamak için, hiç yazılı metinlere dayanmıyorlar, yargılarını yalnız şahitliği göz önüne alarak veriyorlar. İhbarcılık dili, gözlemcilik dilinden önce geliyor."[9]

"Osmanlı hanedanı, siyasal gücü kimseyle paylaşmadan kullanan bir soy var; yalnız, hükümdarın oğullarından, baştaki sultanın yerini kimin alacağı hiçbir zaman kesin bilinmiyor. Her tahta çıkış baba ya da kardeş katliyle birlikte gidiyor, ordu ve sarayın içindeki hasım grupların şiddet gösterilerine yol açıyor."[10]

Koca bir sistemin yürümesi yasaya uyuma değil, hükümdarın şanını gözetmeye ve cezalandırılma korkusuna dayanıyor. Buradan doğan paradokslu durum şu: Sultan'ın görevlileri ona, yalnız otoritesini iyi kullandığı sürece hizmet etmeye yükümlüler. Peki, bu otorite kötü kullanıldığı zaman ne oluyor? (...) Sistem doğal aristokrasi -yani kan ve soylu karakter aristokrasisi- tanımadığı için, hükümdarın bozukluğunu dengeleyecek sosyal engellerden yoksun. Özellikle Sultan, üst görevli devlet adamlarından uzaklaşıp aşağılık kişilerin yanına sokulunca. İnsan donup kalıyor, diye yazar Erizzo 1557'de, Sultan'ın dairesinde ne tür insanlarla görüşüp konuştuğunu görünce; "Oraya yalnız hadımlar, dilsizler, en aşağı türden yaratıklar, köleleri girip çıkıyor. Büyük devlet adamlarıysa hiç girmiyor, Sultan'la törenlerde, kalabalık yerlerde konuşabiliyorlar ancak." (...)İnsanları tanımaktan el etek çekmiş, yalnız hadımlar, saray oğlanları ve kadınlarla, dünyada olup biteni ne tanır ne bilir olan, saraylara kapanmış, dış dünya ile bağları kopuk kişilerle görüştüğü için bu Osmanlı İmparatorlarını eleştiriyor."[11]

"Devlet kararları için para veriliyor, makamlar satın alınıyor, siyasetin bir fiyatı var. Venedikliler ticaret sanatında ustadırlar. Almak, satmak, saymak ve ödemek: bunlar işleri. Yalnız, pazar olan yerde. Siyaset ortamına para girer mi? Evet, ama Türk mantığından ayrı bir mantık çerçevesinde. Devlet kararlarını yapan prensiplerdir. Seçim, terfi, bağımsız kalan bir siyasal mantık sonucudur: Yurttaşlık görevlerinde değerini gösteren kişi siyasal alanda kabul görür ve parasal karşılığını bulur. Yönetim ortamında bir üst görevli, yurdu hizmetinde bir yurttaş -hem çaba hem malını mülkünü harcamak durumundadır. Görev düzeyinde kalmak için harcar, onuruna bağlılığını göstermek için harcar: görevli gittiği zaman götürdüğü armağanlar, taşıdığı giysi, seçildiği zaman dağıttığı bağış, yapmakta olduğu mesenlik, bütün bu geniş elli tutumlar onun siyasal gücünün ölçüsüdür. Bu gösteriş karşılık beklemez. Yaptığı bağışlar potlaç düzeyine girerler. (...)

Babı-ı Ali'de her şey tersi. Vekil, vali, yargıç ya da küçük rütbeli, hediye ve para kabul ediyor; görülecek bir iş ya da iş sözüyle para alınıyor. Kendinden küçükten alınıyor, kendinden büyüğe veriliyor. Hediye sosyal piramidin tepesine taşıyor. Otoritenin önemi alınan hediyelerin boyutu ile ölçülü. Sultanlar ve vezirler geniş ihsanlarda bulunuyor, evet. Zengin yaşıyorlar, camiler yaptırıyorlar, umum yararına kurumlar donatıyorlar. Ama pek çok da armağan bekliyorlar. Görevde yükselme ile verilen ücretin kuralları, en üst görevlere kimin geleceğini bilmeye elvermediği için Venedik temsilcileri değişik kişilerin yardımlarını hazırlamak zorundalar. Sosyal hiyerarşi soydan gelmeyince, kurumlardaki hiyerarşi belli olmayınca, "talih çarkı" her an adsız sansız birini yüceltebilir. Venediklilerin duyduğu çekilmez rahatsızlık burada: En üst düzeyde -şimdi ya da sonrası için- bir yarar elde etmek için, kendinden küçüğe armağanda bulunmak. Vermenin küçüklüğü, bunun adı çürümüşlük."[12]

"İstanbul'da herkese hatır gönül dağıtmak gerek. Kendilerini kişiden sayan, Osmanlı donanmasında kullanılmak üzere Girit ve öbür adalardan toplanmış meyhane türedilerine bile. Çünkü Sultan'ın keyfince dönen talih çarkının kimi indirip kimi yükselteceği belli değil."[13]

Görünen odur ki, "De lege lata/ Yürürlükteki kanuna göre" -Eduardo Galeano'nun ifadesyle- "Adalet de tıpkı yılanlar gibi, yalnızca çıplak ayaklıları ısırıyor"du ve elbette "Adaletten yoksun olan hiçbir şey ahlâken doğru olamaz"ı![14]

Malum: İslâm hukukunda insan hakları kavramı yoktur, kadının çok az hakkı vardır ve Osmanlı tebaası olan gayrimüslimler de Müslümanlarla eşit statüde değildir. Şeriata göre örneğin bir cinayet davasında bir gayrimüslim bir Müslüman aleyhinde tanıklık yapamazdı. Yani bir Müslüman yüzlerce gayrimüslimin gözleri önünde içlerinden birini öldürse onlar o Müslüman aleyhinde şer'i mahkemede şahit olamazlardı...

Devlet dairelerine girişte XIX. yüzyılın ikinci yarısına değin hiçbir sınav veya normatif prosedür yoktu, tamamen keyfiydi. Zaten bütün büyük memurluklar rüşvetle dağıtılıyor ve rüşveti verip o makama gelenler de verdiği parayı çıkarmak için rüşvet alıyorlardı. Sözde adalet dağıtmakla görevli olan kadılar en fazla rüşvet ve yolsuzluğa bulaşmış olan kesimdi. Kadılar mansıplarını rüşvetle alıyorlar ve görevde rüşvet alıyorlardı...

Rüşvete dair en meşhur örnek bizzat Osmanlı'nın en parlak klasik devri olan Kanuni devrine aittir. Bağdat'ı fetheden Kanuni'ye bir kaside sunan Fuzuli'ye Kanuni bir maaş bağlar ve şairin eline bir berat verilir. Ne var ki Fuzuli beratına rağmen devlet dairelerinde maaşını bir türlü alamaz. Bunun üzerine meşhur şikâyetnamesini yazar: "Selam verdim rüşvet değildir deyu almadılar".

Katip Çelebi ile aynı devirde yaşamış olan Koçi Bey'in 1631 tarihinde IV. Murad'a sunduğu risalesinde de devlet dairelerinde açıkça rüşvet alındığı ve kazaskerlik, kadılık, müderrislik, müftülük dahil olmak üzere bütün makamların alınıp satıldığını yazar.

Katip Çelebi de "Günümüzde çekinilmeden rüşvet alınmaktadır" demektedir. Çelebi mahkeme dışındaki devlet dairelerinde alınıp verilen rüşveti icare akdi (iş takibi mukavelesi) olarak nitelendirmekte, ancak bir yandan da hile-i şeriyye yapmak iyi değildir, demektedir.

Bir şey daha: Rüstem Paşa, Kanuni'nin damadıydı ve "Damat" ve "Sadrazam" unvanlarından başka bir sıfatı daha vardı: "Ebvab-ı Rüşvet Fatihi"... Yani, "Rüşvet Kapısını Fetheden" kişi!

Para karşılığında beylik-komutanlık satardı, mangırı bastırana makam-mevki dağıtırdı, kendi kesesini doldurana devlet kesesine ait arazileri peşkeş çekerdi, barış anlaşmaları imzalanırken bile yabancı devletlerden avanta alırdı, işi düşen herkesi yolardı.

O kadar dindar'dı ki; şahsına ait 8 bin adet Kur'an-ı Kerim vardı!

Kefenin cebi yok tabii... Dört kolluya binip giderken, hırsızlıklarıyla biriktirdiği şu serveti bıraktı: 1 milyon 200 bin altın, 11 milyon akçe, 33 iri mücevher, 815 çiftlik, 476 değirmen, 1700 köle, 12 bin 900 at, 500 altın eyer, bin gümüş eyer, 130 altın üzengi, 1100 deve, 1200 sığır, 2 bin zırh, 1500 gümüş tolga, 5 bin kaftan, 860 altın kabzalı-mücevher süslü kılıç, bin gümüş mızrak... Kendisinin çalıp çırpıp, mücevher tutkusuyla ünlü olan eşi Mihrimah'a devrettikleri ise, bilinmiyordu![15]

"Karl Marx boşuna dememiş 'Bütün kutsallıklar sonunda dünyevileşir' diye. Para, mal, servet; imanı bozuyor işte...

Böylesi bir bozulmayı yaşayan Osmanlı toplumunda yönetici sınıfının yazışmalarında da bir yörenin ileri gelenleri için ayan, eşraf, muteberan, mütemeyyizan, rüesa veya bildiğimiz ileri gelenler ifadesi kullanılırdı. Aşiret reisleri açıkça tanınır ve devletten yana oldukları sürece otoriteleri desteklenirdi. Peygamber soyundan gelen seyyit ve şerifler vergi ve askerlikten muaftı, bunların imtiyazlarını korumak için nakib ül eşraflık makamı vardı. Ulemanın tefsir ve fıkıh kitaplarında da halkı havass (seçkinler) ve avam (sıradan halk) şeklinde ayırması adettendi.

Burada havass'tan genelde kasıt eğitimli olmak, yani medrese eğitiminden geçmiş olmak veya en azından okuma yazma bilmekti. Ancak eğitim de zaten genelde toplumsal statüsü yüksek olanların bir ayrıcalığıydı. Ulema şeriata dair meseleleri avamın anlayamayacağını düşündüğü için bu konuların onların içinde tartışılmasını doğru bulmazdı. Bütün dinlerde olduğu gibi, modernite öncesi İslâmi ruhban sınıfı da dinsel bilgi üzerindeki tekelini kıskançlıkla korumaya çalışırdı. Kuşkusuz en önemli husus Kur'an'ı yorumlama tekeliydi.

Ulema halkın kendi başına Kur'an'ı okuyup anlamaya çalışmasını kesinlikle caiz görmezdi. Kur'an kurslarında Kur'an'ı anlamadan sadece okumak öğretilirdi. 600 yıllık Osmanlı devletinde ulema sınıfı Kur'an'ın Türkçeye çevrilmesine izin vermemiştir. Hatta 1870'lere değin Kur'an'ın matbaada basılmasına dahi izin vermemiştir. Her kuruma olduğu gibi kuşkusuz medreseye girişte de adam kayırmacılık hâkimdi.[16] Askerlikten kaçmak için bugün yüksek lisans yapmanın o zamanki muadili medrese öğrencisi olmaktı. Ulema kendi çocuklarına daha beşikteyken ilmi payeler verdirirdi. Beşik uleması sözü buradan gelmektedir.

Ulemanın havass ve avam kavramını nasıl kullandığına bir örnek olarak yine Katip Çelebi'nin Mizan ül Hakk adlı eserine bakalım. XVII. yüzyılda yaşamış olan Katip Çelebi bütün Osmanlı uleması içinde en aydınlarından biridir. Nitekim adı geçen eserinde matematik ve hendese (geometri) gibi bilimlerin ve hikmetin (felsefenin) medreselerde okutulmamasını eleştirmiştir. Katip Çelebi, "İslâmi olmayan ilimlerin yasaklanmasında ilk zamanlarda o kadar sert davranılmıştı ki Hz. Ömer Mısır ve İskenderiye fethedilince nice bin cildi bulan kitapları yaktırmıştı" demiştir.[17]

Bu noktada sözü Halil İnalcık'a bırakalım:

"Osmanlı ilmî çalışmalarının amacı, Tanrı kelâmını doğru anlamak olan dinî bilgiyi tek gerçek ilim olarak gören geleneksel İslâmî anlayışla sınırlıydı. Bu bilginin temelini Kur'an ve Hazret-i Peygamberin hadisleri oluştururdu. Akıl, din hizmetinde sadece bir tamamlayıcıdır. Dinî ilimlerin usûlü (metodolojisi), kanıtları önce Kur'an, sonra Peygamberin hadislerinde, daha sonra da kayda geçmiş örneklerde aramak, akıl yoluyla belirlemeye ancak son çare olarak başvurmaktı. Bu gelenek, İslâm'da serbest düşünceyi sınırlamış; sonraki Müslüman düşünürlerin yenilik yapabilmesi neredeyse olanaksız hâle gelmiştir. Peygambere en yakın kaynaklar (sahâbe) ve onlara yakın olanlar (tâbi'ûn) en güvenilir kanıtların sözcüsü sayıldığından, gelenekçilik egemen olmuştur. Osmanlı döneminde, önceki örnekleri izleme ilkesi yalnız dinî hukukta değil, İslâm ilminin her yönünde yol gösterici temel ilke olmuştur. VIII. ve IX. yüzyıllarda yaşamış akılcı kıyas yöntemiyle bu geleneği geliştiren ve olgunluğa kavuşturan Abu Hanîfe, Şafi'î gibi büyük imamlardan sonra dinî ilimlerde yenilik esaslarda değil, ancak ikincil konularda olanaklı sayılmıştır. Derleme, özetleme, şerh ve tahşiye, İslâmî çalışmaların temel üslubu olmuş, Osmanlı ulemâsı da ancak bu türden yapıtlar vermişlerdir."[18]

Aynı konuda Taner Timur da şunları ekler:

"Osmanlı zihniyeti günümüzdeki anlamıyla ilme yer vermeyen, skolastik bir zihniyetti; "Osmanlılarda 'ilim' ve 'âlim' kelimeleri dini bir anlam taşıyordu, ilmin temeli 'cehalet devri'ne son veren Allah'ın sözü Kur'an'dı. Allah, peygamberi aracılığı ile insanlara gerçekleri yollamış, dünyayı aydınlığa, nura boğmuştu. Bu gerçeklere çeşitli yollarla varılabilirdi. 'Marifa' yoluyla, yani düşünce ve öğrenimle varılabileceği gibi, Allah'la ruhi birlik kurarak, tasavvuf yoluyla ve şiirle de varılabilirdi. Fakat bu yolların hepsinde ortak nokta 'Hakikât'in Gök'ten vahiyle inmiş olması ve Kur'an'da yazılı bulunmasıydı"[19]

 

AYRIMCI(LIK) ÖTEKİLEŞTİRME

 

Osmanlı tarihi ayrıca, yasaklarla doludur.

Reşad Ekrem Koçu'nun 1950'de yayınladığı 'Osmanlı Tarihinde Yasaklar' başlıklı yapıtı, bir zamanların en çok satan tarih dergilerinden "Tarih Dünyası"nın ilâvesi olarak hazırlamış ve 42 sayfalık eser, derginin yayınladığı "Tarih Kütüphanesi" serisinin ikinci kitabı olarak çıkmıştı.[20]

Nadir eserlerden olduğu için bulunması şimdi oldukça zor görünen kitapta yer alan yasaklar şöyle:

Esir pazarlarında gayrimüslimlere cariye satma yasağı, tütün yasağı, kahve yasağı, içki yasağı, yatsı ezanı ile sabah ezanı arasında sokağa çıkma yasağı, evlerde ışık yakma yasağı, afyon ve esrar kullanma yasağı, kadınların kayıklara erkeklerle beraber binmeleri yasağı, kadınların Eyüp'teki kaymakçı dükkânlarına girme yasağı, kadınların açık-saçık gezmeleri yasağı, yine kadınlara mesireye gitmeleri yasağı, bekâr erkekler için İstanbul'a girme yasağı, hamama giden gayrimüslimlere nalın giyme yasağı, binalara saçak ve çardak inşa edilmesi yasağı, çingenelerin ata binme ve kısrak besleme yasağı, belli bir millete mensup erkeklerin hamamlarda tellâklık etme yasağı, kahvehanelerde devlet sohbeti yasağı, kiliselerde çan çalma yasağı, şehirdeki konaklardan yalılara ve yalılardan da konaklara taşınma yasağı, silâh taşıma yasağı, surların üzerine ev yapma yasağı, evlerde yemek çeşidi yasağı, bekçilerin davul çalma yasağı, kahvehanelerde sazlı sözlü eğlence ve meddah yasağı, erkeklerin şımarık şekilde giyinmeleri yasağı ile ayyıldız kullanma yasağı.

Kırmızı zemin üzerine beyaz ay-yıldız Osmanlı İmparatorluğu'nda asırlar boyunca kullanılmış ve ay-yıldızın devletin bayrağında yer almasına İkinci Mahmud zamanında resmen karar verilmişti. Halk, karardan sonra ay-yıldızı süs motifi olarak kullanmaya başlamış, kapılara, pencereler ve duvarlara ay-yıldız motifleri çizilmiş, kayıklar, arabalar ve hattâ atların koşum takımları da ay-yıldızla bezenmişti.

Hükümet, bu modayı iyi karşılamadı ve ay-yıldızın olur olmaz her yerde kullanılmasını engellemek için motife bayrağın, resmî dairelerin ve üniformaların dışında yer verilmesini yasakladı. Ama yasağın uygulanması bir türlü denetlenemedi ve ay-yıldız en fazla kullanılan motiflerimizden biri olarak günümüze kadar geldi.

Esir ve köle ticareti kaldırılana kadar İstanbul'da Nuruosmaniye Camii'nin yakınında bir esir pazarı vardı. Cariye veya erkek köle satışı türlü uygunsuzluklara ve fuhşa yol açtığı için esircilik sıkı kefalet kurallarına bağlanmıştı ve devlet esircileri kontrol altında tutuyordu.

1559'da gayrimüslimlerin köle kullanmaları kesin şekilde yasak edildi. İstanbul Kadısı'na gönderilen bir fermanda gayrimüslimlerin elinde bulunan esirlerin adedinin belirlenmesi buyuruldu, daha sonra yazılan bir başka fermanda da bu esirlerin bedeli mukabilinde alınarak Müslümanlar'a satılmaları emredildi.

Sokakların devlet tarafından aydınlatılmadığı devirlerde uygunsuz kişilerin yapabilecekleri fenalıkları önlemek maksadı ile İstanbul'da yatsı ile sabah ezanı arasında sokağa çıkmak sık sık yasak edilir, bu yasak özellikle ihtilâl dönemlerinde uygulanırdı.

IV. Murad zamanında konan kahve, içki ve geceleri sokağa çıkma yasaklarının yanısıra bazı zamanlarda evlerde yatsı ezanından sonra ışık yakılması da menedilmiş, böylelikle içki ve eğlence âlemleri ile gizli siyasî faaliyetlerin önüne geçilmesine çalışılmıştı.

Fatih Sultan Mehmed zamanında bazı "hafifmeşrep kadınlar"ın Boğaz'ın ve Haliç'in iki yakası arasında yolcu taşıyan kayıklarda erkeklerle buluşmaya başlamaları üzerine erkekler ile kadınların kayıklara beraber binmeleri yasaklanmış ve bu yasak XX. yüzyılın ilk yıllarına, II. Abdülhamid iktidarının sonuna kadar devam etmişti. Yasaktan sadece yaşlı kadınlar istisna edilmiş ve belli bir yaşı geçmiş kadınların dolmuş kayıklarına binmelerine izin verilmişti. Devlet, yasağın sık sık delinmesi üzerine yeni emirler ve ihtarnameler çıkartıyordu ve 1580'de Kayıkçılar Kâhyası'na gönderilen bir ihtarnamede "Bundan önce de tenbih edilmişti: Taze avratların levend tayfası ile kayığa binip gezmelerine engel olacak ve bu yasağı bütün kayıkçılara tekrar tekrar tenbih edeceksin" deniyordu.

Taşradan İstanbul'a gelen bekâr erkekler bugün olduğu gibi geçmişte de önce hemşehrilerinin yanında kalırlar ve onların vasıtası ile iş bularak para kazanmaya çalışırlardı. İş sahibi olanlar hanlara yahut "bekâr odaları" denen yerlere taşınır ama bekâr sayısının artması hükümet tarafından her zaman bir tehlike kabul edilirdi. Tehlikenin önüne geçmek için Anadolu'dan ve Rumeli'den İstanbul'a bekârların gelmesi sık sık yasaklanır, şehre daha önce gelebilmiş olanlar da sıkı şekilde kontrol edilir ve başta kefalet olmak üzere çeşitli sınırlamalar konurdu.

İstanbul'da en iyi kalitede kaymak Eyüp'teki dükkânlarda satılırdı ve VVI. asırda kadınların bu dükkânlara girmeleri yasaklanmıştı. Yasağın sebebi, bazı kadınların önceden anlaştıkları erkeklerle bu dükkânlarda buluşmaya başlamaları idi ve bu konuda 1573'te çıkartılan fermanda "Kadınların kaymak yemek bahanesi ile kaymakçı dükkânlarına girerek şeriata aykırı işler ettikleri haber veriliyor. Dükkâncılara kadınları içeriye almamaları şiddetle tenbih edilecektir" deniyordu.

XVII. asır İstanbul'unda, hamama giden gayrimüslimlerin nalın giymeleri yasaktı ve yasağın sebebi, hamamdaki Müslümanlar ile gayrimüslimlerin ayırd edilmeleri gerektiği yolundaki tuhaf düşünce idi. Bu yasağın konmasının ardından Müslümanlar'ın yıkandıkları sırada nalınlarını çıkarttıkları takdirde gayrimüslimlere benzemeleri ihtimali de gözönüne alınmış ve Müslüman olmayan hamam müşterilerine verilecek peştemalların üzerinde birer demir halka bulunması mecburiyeti getirilmişti. XVIII. yüzyıl başlarında bu yasağa ve kurala bir başka tuhaf ilâve daha yapıldı ve garip davranışları ile bilinen vezirlerden Kalaylıkoz Ahmed Paşa, hamama giden gayrimüslimlerin peştemallarına demir halkanın yanısıra bir de çıngırak bağlanması kuralını koydu.

İstanbul'da fetihten itibaren uygulanan tuhaf yasaklardan biri, çingenelerin şehir içerisinde ata binmelerine izin verilmemesi idi. 1595 tarihli bir fermanda çingenelerin sadece eşeğe veya arabaya binebilecekleri, bu emre uymayıp ata binenlerin ise derhâl idam edilmeleri emrediliyordu.

Osmanlı zamanında bütün dinlere serbestlik verilmiş ve ibadetlerini serbestçe yapabilmeleri sağlanmış ama tek bir konuda kısıtlama getirilmiş ve kiliselerde çan çalınması yasaklanmıştı. Yasak 1856'da imzalanan Paris Anlaşması'na kadar devam etmiş, bu tarihten sonra kiliselere çan kuleleri yaptırılmış ve âyin zamanlarında çan çalınır olmuştu.[21]

Osmanlı zamanındaki değişik esnaf kanunnâmelerinin bazı kısımları maddeler hâlinde yer alıyordu: "Lokantalarda Hıristiyanlar çalışamazlar."[22]

Toplumsal hayatta hiçbir zaman Müslümanlara içki satışını serbest bırakmıyorlar. Ama Galata'ya gidip içiliyor. (Padişahların şarap içmesi şahsi günahıdır.)[23]

 

KÖLELİK VE KADINLAR

 

'Tarihimize İz Bırakan Valide Sultanlar' programındaki konuşmasında Emine Erdoğan'ın, "Harem Osmanlı hanedan üyeleri için daha çok bir okuldur,"[24] ifadesinin hakikât ile bir ilişkisi yoktur.

İslâm dünyasında Müslüman olmayan kadınların köleleştirilerek cariye hâline getirilmesinin kaynağı Kur'an-ı Kerim'e dayandırıldığı bir "sır" değilken; kadınların kullanımının Allah'ın takdiri olduğu görüşü yaygındır.

Köle kadınların İslâm toplumunda nasıl görüldüğünü Pakistanlı âlim Mevdudi şöyle anlatır:

"Kur'an-ı Kerim'de cariye şöyle tarif edilmiştir: 'Bilek gücü ile ele geçirilmiş kadın.'

Kur'an-ı Kerim'in tarifine göre de cariye; Müslüman bir savaşçının cihat ederken ele geçirdiği kadın demektir. Böyle kadının helal olduğuna delil şu ayet de bulunmaktadır:

"Size analarınız haram kılınmıştır... ve kadınlardan evli olanlar da haram kılınmıştır. Ancak sağ ellerinizin sahip olduğu kadınlar helaldir."

Günümüz Türkiye'sinde Cübbeli Ahmet Hoca'sı da şöyle demektedir:

"İslâm'da kölelik-cariyelik yoktur diyenler ne olur? Stalin gibi kâfir olur. Çünkü Kur'an'da ellerinin sahip olduğu köle ve cariyeler hakkında dolu ayet var. Bu kadar ayeti sen nasıl inkâr edersin yahu?"

Osmanlı sistemini anlatan akademisyenlerden Prof. Dr. Ahmet Akgündüz haremi şöyle aktarır;

"Şunu tekrar ifade edelim ki cariye, kadın köle demektir. Cariyeler de diğer köleler gibi İslâm hukukunun köleler için tespit ettiği hukuki statüye sahiptir. (...) Bilindiği gibi efendinin, cariyesi ile karı-koca hayatı yaşama hakkına istifraş hakkı ( yatma hakkı, odalık) diyoruz. Köle veya cariye üzerinde sahip olduğu mülki menfaatten kaynaklanan onları çalıştırma hakkına ise istihdam hakkı diyoruz. Cariye demek, efendinin birinci derecede istihdam hakkı bulunan kadın köle demektir."

Elbette saray hareminde köle kadınların sayısı da oldukça kalabalıktı.

Harem; Gürcü, Çerkes, Ukraynalı, Hırvat, Yunan, İtalyan, Fransız'lardan oluşurdu. Haremağaları da çocuk yaşta hadım edilmiş devşirmelerden seçilirdi. 1582'den sonra daha çok Habeş kara hadımağaları saraya girmiş ve bunlar devlet yönetimine dolaylı yollarla dahil olmuşlardı.

Konuya ilişkin olarak Madeline C. Zilfi'nin 'Osmanlı İmparatorluğu'nda Kölelik ve Kadınlar'[25] başlıklı kitabında toplumsal hiyerarşisinin en altındaki kadınlar ve köleler anlatılırken; bunların nerelerde, ne şekilde, kimler eliyle köleleştirildiği, kimler tarafından hangi işlere sürüldükleri ve sahiplerinin kölelerin üzerlerinde ne gibi "hakları" bulunduğunu incelenir. Şimdilerde "hoşgörü" ile anılan ve muhafazakârlar dışındaki çevrelerde de "kozmopolitliğinden" övgüyle söz edilen Osmanlı toplumunda, evet, gayrimüslimler kendi cemaatlerinin yönetiminde serbest bırakılıyordu ama bu tabiiyet ilişkilerine çizilen katı sınırlar ve ihlâli durumunda da sert cezalar vardı.

Zilfi'nin tabiriyle söyleyecek olursak, "İstanbul kozmopolit bir kentti ama herkesi kaynaştıran bir yer değildi."

Mesela İstanbul'da etnisite ve mezhebe dayalı bir gettolaşma vardı, her bir cemaat, topluluk belirli mahallelerde oturuyordu. Mimari planda bile kentin en yüksek noktaları sultanların yaptırdığı camilerle donatılmıştı. Statü gösteren bütün mallar Müslüman yönetici sınıflara bölüştürülmüştü. Katı giyim kuşam kuralları vardı. Örneğin sarı çizme ve terlik yapımında kullanılan ince sarı deriyi dışarıda kullanma hakkı yalnızca Müslüman kadın ve erkeklere tanınmıştı. "Sarı çizmeli"nin önemli şahsiyet anlamına gelmesinin kökeni de buraya dayanıyor. Ayrıca XVI. ve XVII. yüzyıllarda nadir bulunan ve fiyatları yüksek olan ipek ve kadife brokarlar, satenler, karışık ipekler, "ince müslin", "ermin", samur ve siyah tilki kürkü imparatorluk otoritesini belirten kumaşlardı; kullanımları katı kurallara bağlıydı.

Kentte at sırtında gitmek Müslümanlara tanınan bir ayrıcalıktı, XVII. yüzyılda bu kural biraz yumuşatılsa da donanmadan bir kaptana yeterince hızlı yol vermeyen gayrimüslim saray hekimi, öldüresiye dövülmüştü. Yahudi ve Hıristiyanların, Müslümanlar gibi giyinmesi yasaktı.

"Sultanın ve Allah'ın iradesi" sokağa yansıyan şiddette somutlanırken; yeniliklere, "ahlâksızlık" suçlamasıyla karşı çıkılıp iktidarın ilk el attığı şey, kadınların giyim kuşamı oluyordu. Kıyafet, kumaş türlerine, modellerine, renklerine varana kadar idari düzenlemelerin konusuydu.

II. Mahmud ve III. Osman gibi reformcu padişahların kadınların kıyafetine ilişkin çıkardığı fermanlardan örnekler veren Zilfi, bu dönemde, eskiden para ve şiddetle cezalandırılan giyimle ilgili suçların artık ölüm ya da şehirden sürmeyle cezalandırıldığını belirtiyor ve öldürülen kadınların cesetlerinin Boğaz'ın sularına atıldığını aktarıyor. Ayrıca yalnızca memurlar değil, kendi ifadeleriyle "Allah'ın iradesini uygulayan" erkekler de sokaklarda kadınlara "yasaları uyguluyordu": Sopayla döverek!

Bazı Osmanlı sultanlarının kadın nefreti, örneğin Sultan III. Osman'ın şehirde gezineceği günlerde kadınların sokaklarda dolaşmamasını emretmesiyle kendini gösteriyordu. Sultan'ın tamamen erkeklerden oluşan bir dünya hayalini şaşırtıcı bulmayan Madeline C. Zilfi, bunu da şöyle açıklıyor: "Şehzadelik hayatının elli yılı aşkın bir bölümünü, sarayın iç kısmındaki dairelerde neredeyse ev hapsinde geçirdiğinden, homososyal ya da homoseksüel zevklerine ağır gelecek kadar çok sayıda kadın görmüştü herhâlde. Ama erkeklerin kadın kılığına girdiğini görmekten ya da böyle erkekler tarafından görülmekten pek rahatsızlık duymuyordu."

Kitabın temel konularından köleliğe gelince, köle kullanımının imparatorluğun yükselme döneminde başladığını ve imparatorluğun sonuna kadar da sürdüğünü anlatan Zilfi, Osmanlı'daki kölelik sisteminin özelliklerini ve Atlantik köle sisteminden farklarını da ortaya koyuyor.

Ve belirtiyor: "Tıpkı Amerika'da olduğu gibi Osmanlı Devleti de başkentlerini ve anıtlarını inşa etmek için köle emeği kullanmıştı."

İmparatorluğun ilk döneminde askeri köleler ağırlıkta olsa da Zilfi'nin araştırdığı dönemde Osmanlı'da kölelik, ağırlıklı olarak ev içi köleliğe evrilmişti ve kadın köleliğine dayanıyordu. Erkek askeri köleler, tarımsal köleler, hadımlar, her türden uşak gelip geçmişti ancak "hizmetçi ve cariye" olarak aynı durum kadın köleler için söz konusu değildi.

Osmanlı tarihçisi Halil İnalcık'tan köle talebinin büyük çoğunluğunun yönetici sınıflara ait olduğu bilgisini aktaran Zilfi, bir başka kaynaktan XIX. yüzyıl ortasında İstanbul'da kayıtlı köle sayısını 52 bin olduğunu ve bunların 47 bininin kadın olduğunu bildiriyor: "Ubici'nin tahminlerine göre neredeyse tamamı Müslüman olan köle sahipleri İstanbul'un Müslüman nüfusunun yüzde 12'sini oluşturuyordu."

Peki bu zengin hanelerin sahibi resmi elitler kimlerdi: Üst düzey bürokratlar, askeri yetkililer, ulemanın önde gelen isimleri. Saraya ve bu elitlere özenen Müslüman ve gayrimüslim zengin orta sınıf aileler de köle sahipleri arasına katılmaya çalışıyordu.

İmparatorlukta köle emeğine büyük bir merak vardı. Bunu karşılayan da başta Yahya Kemal'in şiirlerinde "çocuklar gibi" şen olduğunu anlattığı ya da "Kara Murat" filmlerindeki akıncılardı. Yazarın aktardığına göre, esirleri yerel işbirlikçilerin gözetiminde hiç de kamusal adaba uygun olmayan bir "ayıklama teftişine" tabi tutuyorlardı. Savaş zamanı "ganimet" olarak görülen bu kölelerden bir kısmı da padişahın hakkı olarak ayrılıyordu.

Savaş dönemleri dışında da köle tacirleri, aşiret reisleri, bazen de köleleştirilenlerin yakınları yerel tedarikçilerdi. Zilfi'nin anlatımına göre, Osmanlılar, Kafkaslar'ın kuzeyini kölelik amacıyla sömürgeleştirmişti.[26]

İmparatorlukta gayrimüslimlerin köle sahibi olmasına ise sınırlamalar getirilmişti. Çünkü Müslümanlar "üstündü" ve "bir müminin bir kâfirin kölesi olması dini düzeni tersine çevirirdi".

Köleleştirildikleri andan itibaren kaba kuvvete maruz kalan, çok az yiyecek, kirli su ve üstü başı açık bir şekilde esir pazarlarına nakledilen bu insanlar, yerleştirildikleri hanelerde de ağır şiddete maruz kalıyordu. Venedikli Ottaviano Bon'un XVII. yüzyılın başında sarayın hareminde "davranışları kusurlu bulunan" kadınların denetçileri tarafından aşırı derecede dövüldüğüne, devşirilen oğlan çocuklarının da eğitimcilerinden benzer şekilde şiddet gördüğüne ilişkin gözlemlerine kitapta yer veriliyor. Zilfi, gözden ırak köle sahibi orta ve üst sınıf hanelerde de fiziksel şiddetin köleleri "disiplin aracı" olduğunu belirtiyor.

Akdeniz köle ticareti de Atlantik'teki kadar ölümcüldü ve İstanbul'daki köle ticaretinin merkezi ise Abdülmecid'in 1846'daki fermanına kadar açık kalan başkentteki Esir Pazarı'ydı. Burası, Bab-ı Âli ve Topkapı Sarayı'na yürüme mesafesinde Nuruosmaniye Camii ile aynı alanda, Kapalı Çarşı'dan birkaç kapı ötedeydi.

Madeline C. Zilfi, burayı ziyaret eden oryantalist seyyahların, denizcilerin hatıratlarından Esir Pazarı'ndan manzaraları da aktarıyor.

Esir Pazarı'ndaki teşhir edilme ve türlü aşağılamalar, kadın köleler bir eve yerleştirildiklerinde ya da özgürlüklerini kazandığında son buluyordu. Ancak yeniden satılmaları tehlikesi her zaman vardı. Nitekim XIX. yüzyılda Esir Pazarı'nı gezen seyyahlar "ikinci el" diye satılan köle kadınların bulunduğuna da tanıklık etmişlerdi.

Yazar, Afrikalı kadınları zahmetli ev işlerinde çalıştırma yönündeki genel bir eğilime de işaret ediyor. Ayrıca, sarayda ve ona özenen üst sınıf hanelerinde haremin emniyetinin çocukken hadım edilerek Sudan'daki ailelerinden koparılmış siyah erkeklere, haremağalarına emanet olduğunu hatırlatıyor. Öte yandan Esir Pazarı'na Sahra-altı Afrika'dan getirilen kölelerin Avrupalı ve Kafkaslara göre daha ucuza satıldığını, bunun istisnasının, hadım erkekler ile Habeş kadınlar olduğunu ifade ediyor.

Özetle Osmanlı'da kölelik, özellikle XVIII. ve XIX. yüzyıl İstanbul'unda kadın köleliğine dayanıyordu yani daha ziyade ev içi kölelik. Ve bu durum da "efendi-köle" arasındaki cinsel ilişkiler boyutunu ortaya çıkarıyordu. Kölelerin hukuken, normalde özgür kadınlarla ilişkilendirilen "bedensel iffet hakları" yoktu ya da bu "bedensel iffetten" sorumlu tutulamazlardı.

Boşanmanın yaygın olmadığı üst sınıf hanelerde cariye sahibi olmak, "efendinin" (erkek), "başka yasal eş almaksızın" cinsel serbestiyetini mümkün kılıyordu. Fakat boşanmanın da Osmanlı toplumunda zor olduğu veya erkeğe ekonomik bir yük getirdiği sanılmasın. "Boş ol" deyip boşanabiliyor, sadece üç aylık nafaka ödüyorlardı. Yani yasal eşin, cariye karşısındaki hukuki ve toplumsal konumunun üstünlüğünü de abartmamak gerekir.

Oğlan çocuğu doğurmadığı için kadınları "kısır" diye tanımlayan eril Osmanlı geleneği, kaldı ki, babası ölen çocuklardan annesi sağ olsa bile kayıtlarda "yetim" diye söz ediyordu; erkeklerin çok eşliliğini çocuk sahibi olma ihtiyacıyla sınırlamıyordu. Osmanlı anlayışına göre "bir eşin çocuk doğurması, yoksa doğuracak kadınlara yer açması" gerekirdi ama erkeğin cinsel iştahı da bir cariye satın almakta en az bu kadar etkendi.

Burada bir noktaya işaret etmekte fayda var: Çok eşlilik de daha ziyade köle sahibi olma ayrıcalığına sahip üst sınıflara aitti. İmparatorluğun bütünü ağırlıklı olarak tekeşli bir nüfusu barındırıyordu. Çünkü insanların çoğunluğu açısından çocuksuz evlilikler çokeşlilikten ziyade boşanmayla son buluyordu.

Köle kadınlar, hafif ev işleri ve istifraş yani köle sahibinin "cinsel kullanımı" amacıyla "cariyeler" ve "odalıklar" olarak; ağır ve mahrem olmayan işlere bakan yaşlı köle kadınlar, "halayık" ve "molada" olarak ayrılıyordu. Ancak bunun cinsel kaderi değil, pazardaki fiyatlandırmayı yansıttığı belirtiliyor. Esir tellallarının "insan mallarını" ayırmakta kullandığı mesleki kategoriler ve fiyat aralıklarının alıcıyı istihdam kuralları konusunda bağlamadığını ifade eden Zilfi, "Odalıklar, dizleri üzerine çömelip yerleri fırçalamaktan hukuken korunmadıkları gibi, mollalar da cinsel istismardan muaf tutulmuyordu" diyor.

Yani "efendi", mülkü olan kölenin bedeni üzerinde hem hukuka yani şeriata hem de toplumsal kabullere göre "cinsel haklara" sahipti. Bunun şöyle de bir yönü vardı: "Genel kabul gören bilgilere göre köle kadınların toplumsal olarak yükselmesi cinselliğe bağlıydı. Kuramsal olarak kadın kölelerin çalıştığı yerlerde, cinsellikleri onların göze girmelerini, daha iyi muamele görmelerini sağlayabiliyordu."

Burada bir parantez açarak erkek kölelerin de efendilerinin cinsel arzularının nesnesi olduğu yönündeki anlatımlardan söz etmek gerekir: "Makam sahibi erkeklerin aşk nesnesi ya da avı olan genç erkekler, ayrıca işi uysal mürit rolünü oynamak olan gençler de cinselliğin araçsallığından bir köle kadın kadar haberdardılar. Homoseksüel ilişkiler ve karşılaşmaların Osmanlı toplumuna ne derece nüfuz ettiği bilinmiyor. Elitler arasında sübyancılığa dair birçok fıkranın ve anekdotun anlatıldığı dikkate alınırsa, belli ki bu tür ilişkiler yaygındı. XVII. ve XVII. yüzyıllarda sultanların erkek gözdelere bağlılığı kadın eşler konusunda hevesli olmadıkları konusunda anlatılan çok sayıda hikâye vardır. Birkaç sultanın (en başta da I. Mahmud ve III. Osman'ın) çocuk yapmamış olmaları da bu hikâyeleri destekler. Kentteki üst ve alt kesimlerin sürdüğü hayatın bir öğesi olarak genç oğlanların, köle ticaretinde, taşra haydutluğunda cinsel istismarı gayet iyi bilinmektedir. Karadaki seferlere ve donanmanın gemilerine eşlikçi olarak alınan genç oğlanların oynadığı muğlak rol de aynı derecede bilinen bir olguydu."

Cariyelerle girilen ilişkilere dönecek olursak, çocuk doğurması hâlinde ise babalık ve mirasla ilgili hukuki karmaşalar ortaya çıkabiliyordu. Zaten Zilfi'nin aktardığına göre de döneme ait çok sayıda fetvada bu konularla ilgili yorumlar bulunuyor. Evet, hukuk erkek köle sahibinin, "cinsel yararlanma" hakkını destekliyordu. O hukukun dayanağı Kur'an'da da "efendinin", mutlak sahibi olduğu kadın kölelerde cinsel hakkı bulunduğu tanınıyordu.

Köle sahibi erkeğin, cariyesinden doğan çocuğun babası olduğunu kabul etmesi hâlinde, çocuk statüsünü babasından alıyor ve özgür oluyordu. İleride de mirastan varsa diğer kardeşleri gibi eşit pay alıyordu. Eğer çocuk köle sahibinden değil de bir başka erkektense bu durumda da çocuk statüsünü anneden alıyor ve köle oluyordu. Azat edilmedikçe de annesi gibi satılabilir, bir başkasına hediye edilebilir bir "mülk"e dönüşüyordu. Açılan davalarda babaların retlerinin ağır bastığını aktaran Madeline C. Zilfi, kölelerin çocuk doğurması sonucu ortaya çıkan mülk, miras, köle kadının ve çocuğun statüsü vb. konularla ilgili hükümleri içeren fetvaları da kitapta detaylıca inceliyor.

Fetvalarda yer aldığı şekliyle Osmanlı hukuk dilinde, efendisinden çocuk doğuran köle kadınlara "ümm-i veled" deniyordu. Ama bu statü, köle kadını yine de özgür bir kadınla aynı konuma koymuyordu. Bunu basitçe gündelik ilişkilerdeki davranış kodlarıyla ilgili bir şey sanmamalı. Daha ötesiydi. "Ümm-i veled" hâlâ efendisinin mülküydü; süt analık hakkından yararlanamıyor, özgür kadınlar gibi nafaka alamıyor, sahibi tarafından bir başkasıyla evlen

  Bu yazı 4515 defa okunmuştur.
  FACEBOOK YORUM
Yorum
  YAZARIN DİĞER YAZILARI
PUAN DURUMU
Takım O G M B A Y P AV
1 Galatasaray 38 33 2 3 92 26 102 +66
2 Fenerbahçe 38 31 1 6 99 31 99 +68
3 Trabzonspor 38 21 13 4 69 50 67 +19
4 Başakşehir FK 38 18 13 7 57 43 61 +14
5 Kasımpaşa 38 16 14 8 62 65 56 -3
6 Beşiktaş 38 16 14 8 52 47 56 +5
7 Sivasspor 38 14 12 12 47 54 54 -7
8 Alanyaspor 38 12 10 16 53 50 52 +3
9 Çaykur Rizespor 38 14 16 8 48 58 50 -10
10 Antalyaspor 38 12 13 13 44 49 49 -5
11 Gaziantep FK 38 12 18 8 50 57 44 -7
12 Adana Demirspor 38 10 14 14 54 61 44 -7
13 Samsunspor 38 11 17 10 42 52 43 -10
14 Kayserispor 38 11 15 12 44 57 42 -13
15 Hatayspor 38 9 15 14 45 52 41 -7
16 Konyaspor 38 9 15 14 40 53 41 -13
17 MKE Ankaragücü 38 8 14 16 46 52 40 -6
18 Fatih Karagümrük 38 10 18 10 49 52 40 -3
19 Pendikspor 38 9 19 10 42 73 37 -31
20 İstanbulspor 38 4 27 7 27 80 16 -53
Takım O G M B A Y P AV
1 Eyüpspor 34 24 7 3 77 31 75 +46
2 Göztepe 34 21 6 7 60 20 70 +40
3 Sakaryaspor 34 17 8 9 50 35 60 +15
4 Bodrumspor 34 15 7 12 43 22 57 +21
5 Çorum FK 34 16 10 8 55 36 56 +19
6 Kocaelispor 34 16 11 7 48 41 55 +7
7 Boluspor 34 15 11 8 33 35 53 -2
8 Gençlerbirliği 34 13 9 12 39 33 51 +6
9 Bandırmaspor 34 13 10 11 49 32 50 +17
10 Erzurumspor FK 34 12 11 11 30 34 44 -4
11 Ümraniyespor 34 12 15 7 40 47 43 -7
12 Manisa FK 34 9 12 13 40 40 40 0
13 Keçiörengücü 34 10 14 10 34 43 40 -9
14 Adanaspor 34 11 17 6 28 45 39 -17
15 Şanlıurfaspor 34 9 14 11 32 37 38 -5
16 Tuzlaspor 34 9 14 11 35 47 38 -12
17 Altay 34 5 25 4 16 76 10 -60
18 Giresunspor 34 2 28 4 16 71 7 -55
Takım O G M B A Y P AV
1 Esenler Erokspor 36 26 5 5 83 29 83 +54
2 Van Spor FK 36 24 6 6 63 37 75 +26
3 Bucaspor 1928 36 21 5 10 54 25 73 +29
4 1461 Trabzon FK 36 21 6 9 71 39 72 +32
5 Ankaraspor 36 15 8 13 45 35 58 +10
6 Yeni Mersin İdman Yurdu 36 16 10 10 50 36 58 +14
7 Beyoğlu Yeniçarşıspor 36 15 14 7 47 38 52 +9
8 Karacabey Belediye Spor 36 13 11 12 43 37 51 +6
9 Ankara Demirspor 36 15 16 5 43 46 50 -3
10 Diyarbekir Spor 36 12 15 9 39 41 45 -2
11 Kırklarelispor 36 11 14 11 33 41 44 -8
12 Altınordu 36 10 13 13 45 39 43 +6
13 Hes İlaç Afyonspor 36 10 14 12 25 38 42 -13
14 Serik Belediyespor 36 10 16 10 29 45 40 -16
15 Nazilli Belediyespor 36 11 16 9 38 57 39 -19
16 Zonguldak Kömürspor 36 11 17 8 41 57 38 -16
17 Kırşehir Futbol SK 36 5 23 8 38 76 23 -38
18 Bursaspor 36 6 22 8 28 64 23 -36
19 Adıyaman FK 36 4 25 7 28 63 19 -35
Takım O G M B A Y P AV
1 Kepezspor FAŞ 28 22 2 4 67 18 70 +49
2 Aliağa Futbol A.Ş. 28 19 0 9 60 18 66 +42
3 Ayvalıkgücü Belediyespor 28 15 6 7 40 25 52 +15
4 52 Orduspor FK 28 14 7 7 40 28 49 +12
5 İnegöl Kafkas GK 28 13 7 8 37 30 47 +7
6 Edirnespor 28 13 10 5 45 28 44 +17
7 Mardin 1969 Spor 28 12 11 5 40 34 41 +6
8 K.Çekmece Sinopspor 28 10 10 8 41 31 38 +10
9 Karabük İdmanyurdu Spor 28 10 13 5 27 44 35 -17
10 Artvin Hopaspor 28 9 12 7 33 29 34 +4
11 Talasgücü Belediyespor 28 10 14 4 34 45 34 -11
12 Kırıkkalegücü FK 28 8 15 5 31 42 29 -11
13 Gümüşhanespor 28 4 14 10 25 49 22 -24
14 Malatya Arguvanspor 28 3 21 4 21 57 13 -36
15 Tarsus İdman Yurdu 28 2 22 4 20 83 10 -63
Tarih Ev Sahibi Sonuç Konuk Takım
 09/08/2024 Galatasaray vs Hatayspor
 10/08/2024 Kasımpaşa vs Konyaspor
 10/08/2024 Antalyaspor vs Göztepe
 10/08/2024 Fenerbahçe vs Adana Demirspor
 11/08/2024 Sivasspor vs Trabzonspor
 11/08/2024 Alanyaspor vs Eyüpspor
 11/08/2024 Samsunspor vs Beşiktaş
 12/08/2024 Bodrum FK vs Gaziantep FK
 12/08/2024 Çaykur Rizespor vs Başakşehir FK
Tarih Ev Sahibi Sonuç Konuk Takım
 11/08/2024 Adanaspor vs Esenler Erokspor
 11/08/2024 Bandırmaspor vs Erzurumspor FK
 11/08/2024 Boluspor vs Iğdır FK
 11/08/2024 Fatih Karagümrük vs Amed SK
 11/08/2024 İstanbulspor vs Manisa FK
 11/08/2024 Kocaelispor vs Gençlerbirliği
 11/08/2024 MKE Ankaragücü vs Şanlıurfaspor
 11/08/2024 Sakaryaspor vs Keçiörengücü
 11/08/2024 Ümraniyespor vs Çorum FK
 11/08/2024 Yeni Malatyaspor vs Pendikspor
Tarih Ev Sahibi Sonuç Konuk Takım
Tarih Ev Sahibi Sonuç Konuk Takım
 27/04/2024 Malatya Arguvanspor 3 - 4 Talasgücü Belediyespor
 27/04/2024 Gümüşhanespor 2 - 4 Kepezspor FAŞ
 27/04/2024 Artvin Hopaspor 0 - 1 52 Orduspor FK
 27/04/2024 Mardin 1969 Spor 4 - 2 İnegöl Kafkas GK
 27/04/2024 Tarsus İdman Yurdu 1 - 1 Karabük İdmanyurdu Spor
 27/04/2024 Ayvalıkgücü Belediyespor 1 - 0 Edirnespor
 27/04/2024 Aliağa Futbol A.Ş. 6 - 3 Kırıkkalegücü FK
HABER ARŞİVİ
GAZETEMİZ
Tüm Anketler
Web sitemize nasıl ulaştınız?
ŞANS OYUNLARI
BİZİ TAKİP EDİN
  • YUKARI